21 Haziran 2019 Cuma

İdeolojik Saplantılık




René Magritte adlı ressamı birçoğumuz uzaktan da olsa tanıyordur.

Bazen bir film sahnesinde, bazen bir albüm kapağında, bazen bize alakasız gibi görünen herhangi bir yerde onun bir tablosuyla bilmeden de olsa karşılaşmış olma ihtimalimiz yüksektir.


Yukarıda 'The Double' filminden bir kesit; aşağıda bir Magritte tablosu.. 


İdeolojik saplantılar konusunda bir ressamı örnek vermek, alakasız gibi görünse de kendisinden bahsedilince bunun anlaşılabileceğini düşünüyorum.

"My painting is visible images which conceals nothing.."

Kendisi, çizdiği tabloların ne anlama geldiğini soran birçok kişiye birçok kez "hiçbir şey çizdiğini" söylemiştir. Bazen eserlerindeki anlamın "hiç" olduğunu, bazen "hiçliği örten" bir boyalar dünyası olduğunu söylemiştir.

Ancak bunun Nietzschevari bir nihilizmden ziyade gerçeküstücülüğün sınırlarında gezen bir varlık anlayışı olduğunu söylemek daha doğru olacaktır.

Çünkü insanlara gizemli gelen tabloları için kendisine sorulan "Bunun anlamı nedir?" sorusunu, ister bilinçli ister bilinçsizce yapılsın, insanların onu bir tür simgeselliğe indirmek için sorduğunu düşünmekteydi. Magritte'e göre resme bakarken bu türde bir 'simgesel anlam arayışındaki insanların' yaptığı şey, varolan imgenin kendisindeki şiiri ve gizemi gözden kaçırmaktı. 

Kendisi, bu sorunun nedenini ise 'resmin karşısında ne düşünmeleri gerektiğini bilmeyen insanların, yaşadıkları ikircikli halden çıkma çabası' olarak niteliyordu.

"Bu durum, onları belirli anlamlar aramaya itiyor. Yaslanacakları bir şey olsun istiyorlar, rahatlamak istiyorlar. O boşluk duygusundan kurtulabilmek için tutunabilecekleri güvenli bir dal bulmaya çalışıyorlar." diyordu.

"Bir gizem sezebildiklerine şüphe yok; ama bir an önce kurtulmak istiyorlar o sezgiden. Korkuyorlar. 'Bu ne anlama geliyor?' diye sorarken, gerçekte her şeyin anlaşılır hale gelmesini diliyorlar. Oysa o gizemi sezenler ve ondan kaçmayanlar, bambaşka bir tepki veriyorlar resme. Onlar, başka soru soruyorlar.." .

L'Heureux Donateur tablosu


René Magritte, annesinin bir gece vakti nehre atlayarak intihar ettiğini öğrendiğinde henüz 14 yaşındaydı. Annesinin cansız bedeninin o nehirden çıkarılışına şahitlik etmişti. Suyun etkisiyle annesinin yüzünü örten geceliği, sanatının bir bölümüne ise hep bir 'perde çekmiş'ti.

O gecelik, tam 16 yıl sonra 'Les Amants' (The Lovers) tablolarında ortaya çıkmıştı.
Rene Magritte, insanları resmederken; annesinin intiharında sıyrılan geceliğinin yüzünü örtmesi gibi o insanların da yüzünü bir örtüyle örtmüştü.


Bir 'Les Amants' tablosu



Sanatına, kendi hayat yansıması ve görüşünü de katan Magritte'in, özellikle hayat görüşü ve anlamı açısından ne kadar önemli biri olduğunu daha iyi anlamak için, dilerseniz, kendisinden önceki sanat ve felsefe dünyasına kısaca bir değinelim.



Michelangelo'nun 16. yüzyılın başlarında yaptığı Sistina Şapeli'ndeki meşhur 'Adem'in Yaratılışı' freski



Rönesans dönemi denildiği zaman insanın aklına bir sürü görüntü gelebilir. 
Ancak Rönesans döneminin en büyük sanat yansıması hiç şüphesiz 'Perspektif' anlayışı olmuştu. Resim, o döneme kadar ağırlıklı olarak simgesellikle ifade ediliyordu. Çeşitli simgelere yüklenilen anlamlarla, imgelerle bir anlatım 'tarz'ı ortaya koyuluyordu. 

Rönesans ve sonrasında ise resim, resmedilenin simgeselleğinden bir nebze sıyrılıp, bakan kişinin gözünden bir derinlik algısı yaratılarak oluşturulmaya başlanmıştı. Resim, birey dış dünyadaki o görüntüyü nasıl görüyorsa, ona en yakın görüntünün çizilmeye çalışılmasına dönüşmüştü.

Bu da aslında gelmekte olan ve her yere yavaş yavaş sirayet edecek olan 'modern çağ anlayışı'nı, yani; özne konumundaki bireyin, mutlak anlamda merkeze alınması anlayışının, sanatsal bir tezahürüydü denilebilir. 

Ancak sanat, bu modern dönemde de kimi zaman bir zorunluluk olarak kimi zaman da felsefenin yoğun etkileriyle farklılaşmaya devam ediyordu.

Resim özelinde, bu sanatsal farklılaşmanın zorunluluk kısmı, en temelde, kendisini limitsel bir zorunluluk olarak göstermekteydi. 

Çünkü 2 boyutlu resim tuali, 3 boyutlu dünya ile bir çatışma içerisindeydi. Bizim gördüğümüz evren 3 boyutlu iken, resim çizilen tual 2 boyutluydu. Bu çatışmayı azaltmak için ise girişilen tüm o yollar, ister istemez bir 'illüzyon' olmaktan öteye geçemiyordu.

Zorunluluğun bir başka kısmı ise kendisini Fransa'nın Saint-Loupde-Varennesat bölgesinde, Le Gras'taki bir evde ortaya çıkıyordu. 

Muhtemelen Joseph Nicéphore Niépce,  8 saatlik bir bulanıklığı ortadan kaldırma uğraşının ardından, ilk fotoğraf baskısını gerçekleştirmeyi başardığında, bir başka devrimin de tohumlarının attığının farkında değildi. 


Dünyanın ilk fotoğrafı


Ancak 100 yıl bile geçmeden fotoğrafçılığın yaygınlık kazanıp bir hayli gelişmesi ise yine resim sanatına farklı bir yorumlamayı da bir zorunluluk olarak beraberinde getiriyordu. Çünkü 'gerçeğe en yakın resmi çizme ihtiyacı' artık fotoğrafla giderilebilir bir hale gelmişti. Ayrıca Picasso'nun, adeta Braque ile el ele vererek neredeyse noktaladığı figüratif resim anlayışı giderek eriyerek kübist anlayışı ortaya çıkarıyordu.



Picasso'nun sırasıyla 18, 25 ve 90 yaşında çizdiği oto portresi


Bu dönemde, neredeyse her alanı etkileyip dönüştürme kudretine sahip olan felsefi ugraş da ayrıca çağın büyük entelektüelleri arasında yoğun bir tartışma oluşturuyordu. 

Analitik felsefenin kurucusu diyebileceğimiz Gottlob Frege'in dil, mantık ve matematik ile ilgili çalışmaları, başka alanları da etkilemeye başlıyordu. Sense (anlam) ve Reference (gönderme) kavramlarını ortaya atarak çağın büyük kafaları arasında yoğun bir tartışma başlatmıştı.

Frege de aslında düşün hayatına basit gibi görünen bir soruyla başlamıştı. 
Sayı nedir?
Daha sonrasında temellendirmelerini oturtmaya çalışmış ve bu defa özellikle 1892 yılında yazdığı "Über Sinn und Bedeutung" (Anlam ve Gönderim)de ise yine temel bir soru sormuştu. 
Özdeşlik ne ile ne arasındaki bir ilişkiydi?

Matematik ve mantık dilinde kullanılan"=" imgesiyle dile getirilen eşitlik kavramı; aslında özdeşlik ilişkisinin temelini oluşturmaktaydı. Özdeşliklerle yola çıkardı insan, tanımlardı ve ilişkilendirirdi. Ancak bu özdeşlik nasıl kuruluyordu?

Anlam ve gönderim dedi Frege.
Örneğin geçmişte insanların kullandığı "Sabah Yıldızı" ve "Akşam Yıldızı" ifadeleri, iki farklı yıldızı ifade etme biçimi olarak kullanıldığı için iki farklı 'anlam' olarak kullanılmaktaydı. Oysa ki daha sonraki astronomik gelişmeler "Sabah Yıldızı" ve "Akşam Yıldızı" şeklinde iki ayrı gök cismi olmadığını; bunların her ikisinin de "Venüs" gezegeni olduğunu ortaya koymuştu. Yani a ve b şeklinde 'anlam'landırılan iki ayrı ifade, aslında tek bir şeye 'gönderme' yapmaktaydı.

Sonuç olarak artık bilindiği gibi "akşam yıldızı, sabah yıldızıdır." Buradaki -dır ifadesi ile de matematiksel olarak anlaşılacağı gibi a=b demekteyiz. Peki bu cümle venüs, venüstürden (a=a) doğruluk değeri olarak değişmemesine rağmen neden farklı olmakta ve iki farklı şeyi anlatmaktadır?

'Sabah Yıldızı' ya da 'Akşam Yıldızı' olarak isimlendirilen ama aslında 'Venüs' olan gök cismi.

İşte tam bu noktada Frege'in ifadesiyle anlam ve gönderim arasındaki farklılık yatmaktadır. Bir nesnenin birçok anlamı olabilir. İnsanlar birbirleriyle konuştuğunda da bu mümkün anlamlardan tercih ettiğiyle konuşur. Peki ne oluyor da bu farklı anlamlara rağmen iki kişi konuşarak anlaşabilmektedir?

Çünkü bir adın 'anlam'ı, o adın göndergesi olan nesneyi belirliyordu. O sözcüğün göndergesi ise öznel değil, nesnel olmalıydı. Bu görüşe göre 'anlam' zihinlerde yer alan öznel bir şey değil, nesnel dünyanın bir parçasıdır. 

Sözcüklerin, hepimiz için aynı olan anlamları olması gerekir. 

Burada Locke'un anlam için "insan zihninin öznel bir yorumu" olduguğundan ziyade Kant'ın "dış dünyadaki nesnelerin kendini sunuş biçimleri"nden biri olduğunu söylemek bu bakış açısına daha uygun düşecektir.

Daha sonrasında bu bakımdan dil ve anlam arasında sorulan nasıl, niçin gibi sorularının yarattığı matematik ve felsefi tartışmalar; Husserl, Wittgenstein ve Russell (ki Frege'in teorisini temelinden sarsmıştır. Bkz: Russell Paradoksu) gibi isimlerin de katılımıyla beraber hararetli bir biçimde devam ediyordu. 

Bu noktada bir yandan çeşitli ontolojik görüşlerle varlık felsefeleri ortaya konuluyor, diğer yandan epistemolojik olarak bilgi edimi, zihinsel işlenişi ve anlam sürecine yönelik çeşitli görüşler birbiriyle çekişiyordu. Dil ve anlam arasındaki ilişki, tarihin tozlu sayfaları arasından üzerine üflenerek bir kez daha aşındırılıyordu.

Wittgenstein gibi isimler tüm felsefi sorunların kaynağını neredeyse en baştan dilde buluyordu. Hatta işe felsefenin tamamının bir dil eleştirisi olduğunu ortaya koyarak başlıyordu. Dil ve resim arasında kurduğu bağlantıyla felsefesini temellendirmeye çalışmıştı. Daha sonra bir çelişki içerisine girdiğinin neredeyse itirafını yapacak olsa da bu görüşler donemini ve sonrasını etkileyerek ilerliyordu.




Bütün bu gelişmeler (ve şu anda konumuz açısından bu kadarı yeterli olduğundan veremediğim bir sürü isim ve tartışmayla birlikte) dilin, sembollerin ne tür bir imgelemi olduğu fikri insanlar tarafından tekrar açılıyordu. (Bu 'tekrar'ın sebebi aslında bu 'soruları' Platon'un binlerce yıl önce sorduğu gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Whitehead'in "Bütün Batı Tarihi, Platon'a düşülmüş dipnotlardan ibarettir." sözünün ne kadar doğru olduğunu da öyle zannediyorum ki burada belirtmek gerekir.)

Dil nedir, neyi ifade eder, nasıl ortaya çıkmış, nasıl devam etmektedir; dil ile neyi nasıl olur da anlatabiliriz soruları her alanda sorulmaya başlanıyordu.

Bu tartışma zihin ve mantık açısından ise ayrıca matematik gibi alanların 'dil'i üzerinden de ön kabul-imge düsturuna farklı bir açı oluşturuyordu.

Matematiğin kendisi bir dil midir, dil sürecine nasıl dahil olabilmiştir gibi sorularla, derin bir anlam arayışına şahitlik eden bir çağın soru işaretleri beliriyordu. 

Nitekim matematiğin ifade edebildiği 'şey'ler, kendi içinde ve aralarındaki yasalarla birlikte insan zihninin ortaya çıkardığı 'şey'ler değilse, bu durumda sahip oldukları anlama nasıl sahip olabiliyor sorusu gündeme geliyordu. Sonuç olarak doğada ayrıca sayı diye bir varlıktan bahsedemeyeceğimize göre insan zihninin bir imgelemi midir, yoksa insan zihninden de bağımsız bir gerçeklik midir? 

Önceden şartlandırılmış ön kabullerimizden sıyrılmayı başarabilsek, bu başka bir sonu, elde edebilmemizi mümkün kılar mı? 2+3=1 gibi bir sonuç elde edebilecek bir form olabilir mi? 



Bu tartışmalar bir yandan süregelirken, diğer yandan René Magritte ise resmettiği kusursuz bir pipo'nun altina 'Ceci n'est pas une pipe.' (Bu bir pipo degildir.) yazarak bütün sorgulamaları bambaşka bir açıdan ortaya koyuyordu.

"Bu bir pipo değildir."

Hatta bunu daha sonra daha da ileri götürerek çizdiği bir resimde, bir tualin içinde bulunan bir pipo ve tualin dışında bulunan bir 'gerçek bir pipo' olduğunu düşündürecek şekilde bir başka resim daha çizdi.

Hangisi gerçek pipoydu? 
İkisi de değildi aslinda. Ama resmin şaşırtıcı bakışlı anlam dünyasına diğer yandan giriş yaptınız demektir bu.






Bunlar birer pipo değildi. Birer pipo resmiydi. İçine biraz tütün koyup yakmazdınız. Bu büyük ve derin bir yanılsamaydı. Çünkü çizilen resimle, resmi çizilen arasında derin uçurumlar barındıran bir fark vardı. 

Bu resim, ilerleyen yıllarda büyük bir yankıyı da beraberinde getirmişti. Michel Foucault bu tabloyla ilgili bir kitap dahi yazmıştı.

Zaten bir şapka resminin altında 'kar' ya da bir mum'un altında 'tavan' yazısını görüyorsanız, Magritte'in dünyasına 'hoşgeldiniz' demektir bu.

'İmgelerin İhaneti' adlı serisinde, çizdiği resimlerin altına bağlantısı olmayan kelimeler ekleyerek sunmuştur. Önyargıları, peşin hükümleri, ön kabulleri reddederek; bunlara dayalı olarak gerçekleşen karar verme sürecinin insanları yanlişa götüreceğini vurgulamak olarak da görülebilir; ezberlenilen ve dünyadaki herkesin mutabık olduğu isimler yerine o resimdeki objeyi kendi koyduğu isimlerle seslendirmiş de olabilir.


René Magritte'e göre dil, bir şartlandırmanın ürünüydü. Ezberleri bozduğumuzda ise aslında zihnimizi özgür bırakmış oluyorduk.

'Her görüntünün kişiselleştirilip bir anlama kavuştuğunu' düşündüğü için, Magritte eserlerinden bahsetse de 'tam olarak' aslında ne anlatmak istediğini kimseye anlatmamıştır. Üzerine felsefesini yapıştırmıştır.

Bazı imgeleri ise birbirleriyle ilişkilendirerek kullanmıştır. Bazen gemi formunda bir deniz, bazen kuş formunda bir gökyüzü ya da ayakkabı formunda bir ayak. Ya da bütün bunların tam tersi. Ama hepsinin altında yatan; alışkanlıklarımızın, ezberlerimizin beslediği bütünsellik içgüdüsü.

(Bu mantığın altında ise, çok daha sonra yapılan nörolojik araştırmalarda ortaya çıkarılan insan beyninin, örüntü oluşturma ve çözme biçiminden kaynaklandığı anlaşılmıştır.)


'Le Model Rouge' (The Red Model)


Burada da aslında, kendi çağının çok ötesinde bir yaratıcı zihne sahip olan Marshall McLuhan'ın bir ifadesi aklımıza gelebilir.  Zira McLuhan özellikle insanın, nesneyle bütünleşmesini ve bütünsel algısını ortaya koyarken kendisi bir hayli çarpıcı bir biçimde bunu defalarca örneklendirmiştir. 

McLuhan, araba süren bir kişinin, direksiyona oturduğu anda o arabayla birleştiği ve adeta bir organı gibi algıladığını söylemiştir. Mesela başka bir araba gelip kazaya sebep olduğunda kişi "Bana çarptı." demektedir. Oysa ki başka bir araç, kendi aracına çarpmıştır. Ancak uzantı olan nesne (araba, ayağın uzantısıdır) asıl olan insan ile sahiplenmenin ötesinde zihinsel bir bütünleşme göstermiştir. Bu bütünleşme eğilimi, kendisini en savunmasız hissettiği anda kullanılan reflektif dil ile kendisini elevermektedir. Bu da aslında bir tür 'barbarlaşma' çeşididir. Nitekim dışsal nesne ile kişilik olan içselliğin yaşadığı bu bütünsellik duygusu, insan zihninin bir yanılsamasından başka bir şey değildir ve bu alışkanlıklarıyla kişi, hayatındaki yön duygusunu düşünmektedir.
(McLuhan'ı ve kuramlarını daha sonra Teknoloji ile ilgili bir yazıda ele almaya çalışacağım.)

Bu bütünleşme, aidiyet ve bilinçdışı sahiplenme algısını Magritte ise adeta yıkarak, parçalayarak, insanları test ederek; gözler önüne koymuştur.

Kendisi, nasıl ki masayı ormanın kötü bir işlenişi olarak görüp, 'masumiyetin yitirilişi' olarak resmettiyse; aslında her 'ideolojik saplantı' ile 'işlenmiş fikir' kendisini somut bir tezahüre indirdiğinde kendi çıkış noktasını artık kaybetmiş demektir. 

Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi, René Magritte, dibine kadar gerçeküstücü bir sanat felsefesi ortaya koysa da kendisi bunu verilebilecek en güzel cevapla birlikte reddetmiştir.

"Sınırlarımı kesin çizgilerle tanımlamaktan çok korkarım."

Çünkü gerçeküstücük aslında ne kadar sınırlardan kurtulmak olarak algılansa da insan "Ben gerçeküstücüyüm." "Sürrealistim." gibi cümleler kurduğu anda, aslında kendine bir sınırlama koymuş olmaktadır.


Buradan yola çıkarak, asıl söylenmesi gerekenin "Sınırlarını kesin çizgilerle belirlemiş insanlardan çok korkarım." cümlesi olduğu ortaya konulabilir.

İdeoloji ise tam da insanların bu kesin ve keskin biçimde çizilmiş sınırlarını beslemektedir; bununla yetinmeyip daha da keskinleştirmektedir. Çünkü ideoloji zaten tanım itibariyle keskin sınırların 'içerisini' ifade etmektedir. Kişiyi, diğerlerinden farklı (ama aynı zamanda oluş bakımından diğerleriyle aynı) bir çemberin içine sokarak ona bir 'kimlik' kazandırma işlevi görmektedir.

Bu yapay kimlik ise kendi varoluşu itibariyle bir kriz taşımaktadır. 

Zira ister René Magritte'in Red Model'inde olduğu gibi ayakkabı-ayak bütünleşmesi, ister McLuhan'ın, insanların kendi uzantıları olan araçları bizzat kendisiyle de bütünleştirmesi; ideoloji ve kişi ilişkisi için de geçerlidir.



İdeolojiye bağlılığın ve saplantılılığın derecesi her arttığında, kişi o ideolojinin daha büyük bir parçası haline gelir. Bu süreç işlemeye devam ettikçe ortada kişiye dair ayrıca bir kimlikten bahsetmek zorlaşmakta ve bir süre sonra kişi ancak 'o ideolojik kimliğin ona verdiği kadar' olabilmektedir. Objektiflik kaybolmuştur; zira ideoloji, artık o kişinin kimliği haline gelmiştir; bundan dolayı artık subjektif bir değer ifade eder. O ideolojiyi öylesine kendisi olarak görür ki o ideolojiye getirilen bir eleştiri, kendi kişiliğine yöneltilmiş bir saldırı gibi düşündürür. İdeolojiyi de 'kendi'sini savunur gibi savunmaya başlar, bir mantık içermese dahi.

Bu korumacılık sınırların daha keskinleştirilmesine sebep olur. Böylece ortada bir sürü keskin sınırlardan başka bir şey kalmaz. Her an bir başka keskin sınırla karşılaşmak, varoluşunun 'sürekli' bir tehdit altında oluşuna dair öngörü taşıyarak bir korku oluşturmaktadır. Bu yüzden ideolojiler ve müritleri kendilerini sürekli bir tehdit altında hissederler. Bu yapay (oluşturulmuş) kimlik ile gerçek (oluşsal) kimlik arasındaki farktan kaynaklanmaktadır.

Oluşturulmuş kimlik, ontolojik varlığını ve kendine ait tüm değerleri bir çatışmanın sonucunda var eden kimliktir.
Çünkü ortaya çıkan her ideoloji, karşısındaki ideolojilere 'meydan okuyabildiği' ölçüde varlığını idame ettirebilir. 'Çağ'a uygun ya da uyarlanabilir gözükenler ayakta kalır. Diğerleri takipçileriyle birlikte tarihin açılmayacak sayfalarına karışır. 

Her ideoloji, gücünü, karşısındaki ideolojiyi 'yok edebilecek' düzeyiyle ölçer. Bu, sadece 'fiziksel' bir güç kullanarak karşısındakine zarar vermeyi değil, her türlü toplumsal, entelektüel, manevi ya da bilişsel zor kullanmayı da içerebilir. 

Kendisi 'yok ettikçe' var olduğu için, karşısında hiçbir ideoloji olsun istemez. Çünkü karşısındaki ideoloji de aynı varlık temeline sahip olduğu için; bu aynı zamanda, karşısındaki 'var oldukça' kendisinin yok olacağı inancını da beraberinde getirir. Zira kendisine 'kimlik' kazandıran ontolojik süreç, diğeri için de aynı şekilde işleyecektir. Zihinsel süreç a=b ifadesinin aynı zamanda b=a olduğunu söylemektedir. 

İdeoloji ya da kimlik, karşısındaki ideoloji ya da kimliklere meydan okumanın yanı sıra; kendisini ifade ederken, diğerlerinden ayrıldığı noktalarla kendisinin neden var olduğunu açıklamak mecburiyetindedir. Bu da esasında 'kendi' haline gelen ideolojisinin yani kimliğinin konumlandırılışının, diğerlerinin 'kendi'sini konumlandırılışına göre yapmak mecburiyetini beraberinde getirir.
Oysa Hrant Dink'in dediği gibi "Kendi kimliğini, ötekinin varlığına göre konumlandırmak bir hastalıktır. Kimliğini yaşatman için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıktır." 

Hrant Dink

Çağlara yön veren bütün ideolojiler, içinde kendi inancına göre 'her şey' olarak belirledikleri 'şeyleri' çözüme kavuşturma iddiası taşır ya da taraftarları tarafından bu onlara dayatılır. Örnek olarak feminizm, erkek egemen kültürün aşılmasıyla, sosyalizm sınıf çatışmasının sonlandırılmasıyla, kapitalizm serbest pazarın tam olarak uygulanabilmesiyle 'her şey'in daha 'iyi' olacağını savunur. (Bu sistemlerin hiçbirini desteklemek ya da karşı çıkmak için değil, sadece 'her şeyi' çözüme kavuşturma iddiasının varlığını ortaya koymak için örneklendiriyorum.) Yani sebep olarak farklılık gösterebilse de sonuç olarak bu iddia değişmez bir varlık olarak ideolojilere hayat verir.

Bunun dolaylı ve belki de en önemli içeriğini, iktisadi sistemler kapsamaktadır. Bu iktisadi sistemler de ya var olan hukuk rejimlerini kendi iktisadi sistemine göre ehlileştirip dönüşüme uğratarak; ya da bir yenibaştanlık yaratarak devrimsel bir hukuki rejimin, kendi iktisadi dayatmasına göre oluşturularak vuku bulur. 

Zira hukuk, ideolojiler için her şeyin ötesinde bir meşruiyet aracıdır. İnsan haklarına önem verdiği iddiasında bulunan her erk, esasında kendi insan ve hak tanımlanmasını yaparak bunu gerçek doğru olarak sunmuştur. Birkaçı hariç bütün erkler, zaten insan haklarına önem verdiğini beyan etmiştir. Buna çekince koyan o birkaç erk dahi mutlak bir surette bunu yine çeşitli 'iktisadi', 'toplumsal', 'düzenin devamı' gibi kaygılar açıklayarak hukuki anlamda meşrulaştırmıştır. Bu yüzden tarihin neredeyse her döneminde farkı iktidarların, farklı düşüncelerdeki gücünü hukuk ile kabullendirilmesi görünür bir veridir.

Bu iktisadi sistemlerin ise kendi iç tutarlılığı olduğu varsayımı altında bile, dış dünyaya kesin ve mutlak bir hakikat ya da adalet anlayışı getirebildiği ve kusursuz bir dış tutarlılık sergilediğini iddia etmek de abesle iştigal olacaktır. Zira sosyal bilimlerde ortaya konulan teoriler, diğer bilimlerden farklı olarak soyuttur ve esasında sınama ve  test edilmesi de doğa bilimlerinden farklı olarak mutlak ya da matematiksel bir biçimde değil, sınırlı bir akıl yürütmeyle yapılmaktadır.

Örnek olarak daha 'devlet' denilen kavramın bile ne olduğu konusunun tartışmalı olduğunu söyleyebiliriz. Devlet dediğimiz kavramı gösteremeyiz; ancak akıl yürütmeyle ne olduğuna dair fikir sahibi olabiliriz. Zira doğada görülen bir biçimi yoktur. Nasıl ortaya çıktığı konusunda da ortaya konulan toplum sözleşmesi gibi teoriler, fen bilimlerindeki gibi sınama ya da teste tabi tutulamaz; ancak bir akıl yürütme biçimidir.

Ayrıca hiçbir sistem doğal olamayacağı için tam anlamıyla bir mutlaklık ve noksansızlık barındırmayacaktır. Kaldı ki doğal sistem bile bir süre sonra, daha iyisi olduğunun iddiasında olan bir 'ilk ideoloji' eliyle yıkılmak zorunda kalmıştır.

İnsanın kendisini bir ideolojinin sınırlarında tanımlama ihtiyacının nedenini ise René Magritte'in, aslında bambaşka bir şeyi ifade etmek için kullandığı, kendi sanatıyla ilgili vermiş olduğu bir cevabı, resim ile kimlik; simgesellik ile ideoloji kelimelerini değiştirerek vermek istiyorum. Bunun da hem kendisinin ortaya koyduğu 'İmgelerin İhaneti' felsefesinin tam bir karşılığı hem de vakıayi açıklamakta iyi bir yol olduğunu düşünüyorum.

"'Kendi kimliklerini' bilinçli ya da bilinçsiz bir 'ideolojiye' indirgemek, 'kimliklerin' kendi oluş doğasını görmezlikten gelmektir. İnsanlar bir takım 'doğal fikirleri' hiçbir 'ideolojik' anlam aramadan rahatlıkla kabul edebilir; ama iş 'ideolojilere' bakmaya geldiğinde aynı 'fikirlere' nasıl bakacaklarını bilemiyorlar. 'İdeolojilerin' karşısında ne düşünmeleri gerektiğini bilmedikleri için yaşadıkları bu ikircikli halden çıkabilmek, onları belirli 'bağlılık' aramaya itiyor. Yaslanacaklari bir şey olsun istiyorlar, rahatlamak istiyorlar. O boşluk duygusundan kurtulabilmek için tutunabilecekleri güvenli bir dal bulmaya çalışıyorlar."

Karşılaşılan bir 'farklı ideoloji'ye verilen tepkiler ve eleştiriler için ise yine aynı metodolojiyi uygulayarak, René Magritte'in sanatını anlatırken kullandığı bazı kelimeleri (sanat, gizem), kendi konu bağlantımla ilgili kelimelerle (ideoloji, anlam) değiştiriyorum. 

"Bir 'anlam' sezebildiklerine şüphe yok; ama bir an önce kurtulmak istiyorlar o sezgiden. Korkuyorlar. 'Bu ne saçmalıyor?' diye sorarken, gerçekte 'sınırların' daha anlaşılır hale gelmesini diliyorlar. Oysa o anlamı sezenler ve ondan kaçmayanlar, bambaşka bir tepki veriyorlar o 'ideolojiye'. Onlar, başka soru soruyorlar.." 



İdeolojik saplantılılığın en belirgin görünümlerinden birini ise üniversitede açılan standlarda, duvarlara asılan bildirgelerde ya da ders basarak slogan atan kitlelerin dudaklarında görmek mümkündür. Zira hepsinde aynı 'haklılığından şüphe duymama', aynı 'kendinden eminlik', aynı 'baskın dil', aynı 'aydınlanmışlık içgüdüsü' ve içten içe, aynı 'kendilerince belirlenmiş sınırlarla tarif edilen diğerlerinin duyarsızlığında; kendini var etme içgüdüsü' bulunmaktadır. Bu şekilde bağıran her kişinin suratında, içten içe yaşadığı o 'Rönesansa ilk kendisinin girdiği sanrısının' izlerini görmek mümkün.

Sınırlarını belli etme ve bununla onur duyma içgüdüsü içinde yer etmiştir. Bu yüzden dünyada kendine bir anlam arayışına zorlayıp keşfettikleri 'biz', bütün 'siz'lere karşı ileri sürülebilir olur. 

Ancak bu pozitif değil, negatif bir tanımlama içermektedir. Yani 'ne olduğu'ndan ziyade 'ne olmadığıyla kendisini tanımlamaktadır. Zira 'biz' denilecek grup, ancak 'siz' ya da 'onlar' denilen grubun karşısında kendine kimlik oluşturabilmektedir. Bu da diğer bütün sorunların ortaya çıkış zeminidir; kendisinden olmayanı damgalamak. Karşısındakine vurduğu damga, karşı tarafın ne olduğunu vurgulayarak karşı tarafı ifade etmekten ziyade kendisinin ne olmadığını ifade ettiği için anlamlıdır. ve ideolojik saplantılarıyla kendisinden olmayana yöneltir oklarını; milliyetçi vatan haini olmakla suçlar karşısındakini; sosyalist, faşist olmakla; feminist, erkek egemen kültürün yobazı olmakla.. ve sair..

Bu 'gruplardan' her biri, aslında kendisini, 'gerçeği' aramanın ısrarlı bir savunucusu olarak lanse etmektedir. 'Her şeyi' en doğru, tek doğru, tek gerçekçi biçimde kendilerinin açıkladığını düşünmektedir. 

Oysa sadece gerçeğin peşinde olduklarını iddia ederek ve sadece kendileri bu iddiaya sahipmişçesine, kendisinden olmayanlara oklarını yönlendiren kitleler; aslında gerçeği önemsememektedir.

Çoğunlukla faydacılığın birer esiri oldukları fikrinden kurtulmak için birkaç örneklemeyi ellerinde delilcesine tutarak 'gerçeğin peşinde zırhı'nı üzerlerine geçirirler. Oysa sadece kendileri için deşilmesinde doğrudan veya dolaylı yönde fayda bulunan olaylar için şiddetle bu 'gerçeğin açıklanma gerekliliğini' savunurlar. Bu bir süre için 'diğer tarafta' endişe ve korku uyandırabilir, kitlenin kendi içinde ise 'sık sık tekrarlanarak' haklılığın ve gerçeğin peşinde olduklarının sürekli telkiniyle bağlılıkları arttırılır ve safları sıklaştırır.

Oysa ki ideolojik saplantılılığını küçük de olsa yaralama ihtimali bulunan bir 'gerçekle' karşılaştığında; içsel olarak 'aynı faydacılık içgüdüsüyle' ancak dışsal olarak oluşturmaya çalıştığı 'gerçeğin peşinde zırhının' tam aksine bir tutum takınır. 
İlk etapta üstünü örtmeye veya geçiştirmeye çalıştığı bu ihtimal iyice ortaya çıktığı zaman farklı yollara başvurur.
Söylemi itibarsızlaştırmaya, söyleyeninin itibarsızlığı üzerinden söylemi haksız kılmaya ya da 'karşı taraf'a onun öne sürdüğünden daha şiddetle suçlamalarda bulunarak etkisi yok edilmeye çalışılır. 

Her ihtimalde de (ad hominem, verecundiam ya da analogy fallacy gibi) mantık hataları barındırsa da ve içerik olarak işaret edilen soruna herhangi bir cevap barındırmamasına rağmen; tatminkarlık bakımından delilleriyle cevap vermek arasında bir fark bulunmaz. Hatta karşı taraf ayrıca suçlamaya tabi tutulduğu için daha büyük bir tatminkarlık dahi sağlayabilir. 

Oysa ki kişi ya da kitle, ilkel bir savunma içgüdüsünün yönlendirmesi dışında başka bir eylem ya da içerikte bulunmamaktadır. İlkel savunma ise kişinin kendi benliğine yönelik olmasıdır. Oysa ki esas olarak kişinin benliğine herhangi bir saldırı bulunmamaktadır. Ancak ideolojiyi kendi kimliği, dolayısıyla kişiliğinin ayrılmaz bir bütünü gibi içselleştirdiği için bu dürtüye başvurulmaktadır. Bu içgüdü, toplumun her tabanında o kadar yaygınlaşmıştır ki 'diğerleri' de buna şaşırmamaktadır.

Kişi ve onların oluşturduğu kitleler "Bana gerçeği söyle." diye gönül rahatlığıyla haykırabildikleri vakit; aslında çoğunlukla gerçeğin ne olduğundan emin oldukları inancındadırlar. Buldukları bu gerçeğin, diğer 'ideolojileri' ne yönde etkileyeceği veya 'kendi kitlesinin' ne şekilde etkileneceğinin iç muhasebesi kişi veya kitle bunun farkına varmamış olsa da bilinçaltında yapılmıştır.

Çoğunlukla 'gerçeğin peşinde' olmanın alt metni "Bana işime yarayacak bir şey söyle."den ibarettir. Özellikle ciddi yaralayıcılığı bulunan, 'kendi kitlesi içinde' infial yaratacak türden olaylar ya da olgular söz konusu olduğunda, (ideoloji, kimliğinin bir parçası olduğu için) içsel rahatsızlığı yok edebilmek için kolaylıkla yalan haberlere sarılınabilmektedir.
Fazla hesap edilmeden, işe yarama ihtimali çok yüksek olan bir yalan haber çok kısa bir süre içinde çok büyük bir hızda yayılabilmektedir. Bu tür zamanlarda Twitter'daki RTlere bakabilirsiniz.

Ayrıca infialin şiddetiyle, haberin yalan oluşunun açık olması arasında da doğru orantı vardır. Söz gelimi çok şiddetli bir yıkıcılık karşısında yalan olduğu açık olsa bile kişi, o içeriği paylaşabilmektedir. En iyi ihtimalle 'doğru olduğu kontrol edilmeden' paylaşılır. Bunun da yine sosyal medya araçlarında son birkaç yıl içinde bile ne kadar yoğun başvurulduğu takip edenler tarafından anlaşılabilir.

Bu durumlarda gerçekdışılığı ilahlaştırrmayı bilenler, onlara hakim olur. Onların hayallerini yıkanlar ise onların kurbanı..

Kötü olansa bütün bu yapay kendinden eminliğin ise cehaletin beslemesi. Bertrand Russell'ın "Akıllılar hep kuşku içindeyken; aptallar küstahça kendinden emindir." sözü insanın aklına gelebilir; ya da "Tek kitaplı adamdan kork." diyen Thomas Aquinas.

İdeolojilere bu denli hatasız, yüzde yüz eminliği sağlayan dürtünün ise ya tek kitaplı bir adam ya da hiç kitaplı, kulaktan dolma bir insan olmaktan kaynaklandığını düşünüyorum.

Elbette ki hiç kimse bütün bilgileri okuyamaz, hepsini öğrenemez ve bilemez. Ayrıca 'herkes fikrini beyan etmek için önce bütün her şeyi okumalıdır' gibi yanlış bir genelleme de yapmıyorum. Derinlik, bilgiden bağımsızdır.

Benim burada asıl kastetmek istediğim konu, ideolojik saplantıya sebep olan dürtünün beslendiği en önemli kaynaklardan birinin; tek kişinin dinlenilmesi (o kişi de her şeyi bilemeyeceğinden eksik kalınması), tek bir görüşün okunması, (o konu hakkında da her şeyin okunmayıp eksik kalınmasi) ancak bunlara rağmen, diğerlerini kolayca cahillikle itham edip kendi değerini yükseltilmeye çalışılması. Bir nevi kişisel oryantalizm. Karşıdaki insanları iam iam kabilesi olarak görüp aslında öyle bir şey olmasa da, onlara insan yiyen muamelesi yaparak yamyam adını koymak gibi.

Bu 'kitapsızlık' ise ideolojik müritler tarafından, kendi fikrinin tam olarak ne olduğunu bilememesinden ve bunun cevabını verebilecek yeterlilikte olmamasından kaynaklı olarak tuhaf eşitlemeleri de beraberinde getirmektedir. Ben, şahsen gün geçtikçe bu tür insanları daha fazla görür oluyorum. Ki buna da sebep teşkil eden dinamiğin özellikle Gezi Parkı'ndan sonraki 'Sosyal medyada siyaset yap' alt metniyle beyinlere kazınmış bir algı biçimi olduğunu düşünüyorum. (Gezi Parkı olayları doğru ya da yanlış, haklı ya da haksız, gerekli ya da gereksiz gibi yorumların hiçbirine girmiyorum.) (Bu belki ayrı bir yazı konusu olur ileride.)

Elbette ki insanlar sokakta, evde ya da internette siyaset yapacaktır, yapmalıdır da. Ancak bahsettiğim asıl mevzu hiçbir siyasi fikri, heyecanı ya da endişesi olmayan x şahsının, sırf o günden sonra bir yerde çok RT aldığını gördüğü için kabul ettiği ve doğru görmeye zorladığı, kendisi de onun gibi düşündüğümü zannettiği için takındığı siyasi tutum. Sosyal medyanın bir yerden sonra "siyaset yap, en azından ucundan tut." yönlendirmesi ve hatta "bunlara tepki ver." diye adeta günlük olarak sunduğu liste. Bu sayede "duyarlı olacaksın.", "boş görünmeyeceksin" telkini.

Böylece ortaya aslında yeni bir akım ortaya çıkmış oldu. Bu bir yandan Baudrillard'in bahsettiği Simülasyon Kuramı'na benzemekte diğer taraftan da oksimoron ideolojileri ortaya koymaktaydı.

Jean Baudrillard

Zira hepimizin iteklendiği bir yerde yaşamaya daha fazla zaman ayırıyoruz artık, hatta belki de tamamen oraya ait oldu birçoğumuz; bir simülasyonun içerisindeyiz. Medyanın (ister sosyal medya, ister asosyal medya) oluşturduğu ve gerçeklikle aslında bağlarımızın koptuğu, kavramların içinin tamamen boşaltıldığı bir simülasyonun içerisindeyiz. Bu simülasyonun içerisinde insan -mış gibi yapmaktan başka hiçbir şey yapamıyor. Bu ise gerçeğin içinin daha da boşaltılması anlamına geliyor esasen.

Medyanın bize gösterdiği, yönlendirdiği ve tepkimizi istediklerine göre tepki veriyoruz. Burada tv, gazete gibi geleneksel medya araçları yerine, sosyal medya ağlarındaki new age yazarların yazdıklarından yola çıkarak tepkisini şekillendirdiği için bu işlevleri yerine getirmediğini zannedenler de aslında birebir aynı simülasyonun 'farklı' zannedilen bir alanını işgal etmekte. Aslında gerçekte hissetmediğimiz, sadece üzüntü duyduğumuz (içi boşaltılmış bir hüzün) bir şeye duyarsız kalmamaya çabalayarak o simülasyonun daha fazla parçası oluyoruz. Çünkü diğerleri de böyle yapıyor ve kavramların içi, daha çok 'farkındalık' gibi görünen bir etiket altında daha fazla boşaltılıyor. 

Bir savaş haberi ya da tecavüz haberiyle örneğin bir tuvalet kağıdı reklamını aynı ekran içinde izliyoruz. TV, PC, telefon ya da tablet. Ve aslında bu yüzden zihinsel aktivite bütün bu alanlarda aynı sinir uçlarını etkileyerek (görsel ve işitsel olarak da) aynı tepkimeyi gerçekleştiriyor kendi içerisinde. Bunun bir parçası haline daha da geldikçe sorun artıyor. Yavaş yavaş dibimizdeki bir savaş haberi, bir tuvalet kağıdı reklamında gördüğümüzden daha farklı bir tepki oluşturmamaya başlıyor içimizde. Ancak kişi bu göstergelerle yine de kendi gerçekliğini (bağları kopmuş gerçeklik) sürdürmeye çalışıyor.

Gerçekliğin bağlarının koparılışı, gerçeklerin gösterilmemesi şeklinde vuku bulmadığından kişi farkına varmaz. Kişi gerçeği gördüğünü düşünür. Balığın kıyıya vurana kadar suda olduğunu anlayamaması gibi bir durumu yaşar. Oysa minyatürize edilmiş fazla detaylı bir gösterge; gerçeği, hipergerçek konuma getirmekte, onu masalsı bir forma büründürmektedir. Bu simülasyon evrenine özgü bir boyutu ifade eder. Gerçek kavramı ile gerçek arasında kurulan bağın koparılması yeterlidir. Tarihi olaylara sinemanın yeniden can vermesiyle yorumlanışı gibi bu da gerçeklikten bir kopuştur. 

Aslında burada "Önemli olan mesaj değil, onun nasıl ve hangi araçla iletildiğidir." diyen McLuhan'a tekrar dönmekte de yarar var. Zira kendisi bence modern dönemin gelmiş geçmiş en büyük iletişim filozofu olarak Baudrillard'i da etkilerken, onun simülasyonuna asli nefesi vermiştir. Ve onun da işaret ettiği gibi bu mesajların hepsi aynı kanaldan bizlere nakledilmekte ve aynı el ile etkileyip dönüştürmekte. Zaten kendisi teknolojik gelişmeyi yalnızca insanların icat ettiği araçlar değil, aynı zamanda insanları yeniden icat eden araçlar olarak görmüştür.

******

Burada sosyal medya siyasetinin yol açtığı özellikli bir unsura değinmekte fayda var.
Modern anlamda propagandanın en önemli ve etkili isimlerinden olan Bernays ya da Bon gibi isimlerin 'propaganda ve benzeri etkileşim' için manipülatif açıdan üzerinde durdukları bir unsur var. 

Napolyon'un "Biricik söz sanatı, tekrardır." sözünde, kitlelerin iddia ve tekrarla birlikte nasıl 'çok daha kolay' manipüle edildiğinin parmak izi bulunmaktadır.
Zira propaganda kavramını adeta bugünkü temellerine oturtan ve bu konuda çok ciddi çalışmalara imza atmış Bernays ya da Cumhuriyetimizin özellikle ilk bölümünde bir hayli etkisi bulunmuş Le Bon gibi isimler özellikle tekrarın vazifesi üzerinde de durmuşlardır.

Herhangi bir iddianın doğru ya da yanlış olsun, 'gerçek bir etki' meydana getirmesi için mümkün olduğu kadar aynı kelimelerle ve sıklıkla tekrar edilmesi gerekliliği üzerinde durmuşlardır.

Bu tip bir tekrar faaliyetiyle iddia olunan şey, sonunda kanıtlanmış bir gerçek gibi zihinlere kazınacaktir.

Örneğin; En sağlam arabanın x marka olduğunu yüzlerce defa okuduğumuz zaman, bunun birçok defa söylendiğini düşünür ve sonunda okuduklarımızın bir gerçek olduğuna kanaat getiririz.

Bu, propaganda aracı olarak o kadar etkileyici bir yöntem olmuştur ki modern hukuk sistemlerinin büyükçe bir bölümünde bu bilinçdışı algılamaya sebep olabilecek unsurların vurgulandığı reklamlar vs. yasaklanmaya tabi tutulmak zorunda kamıştır.

Örneğin Türkiye'de de "Tüketiciyi Koruma Kanunu" ve "Ticaret Hukuku"nun 'Haksız Rekabet' ve 'Marka' bölümlerinde bu bölümde çeşitli yasaklamalar ve kısıtlamalar getirilmeye çalışılmıştır.

Buradan, bireylerin ve bunları oluşturan kitleler için gerçek olmayan iddiaların dahi aynı kelimelerle sık sık tekrarlandığında ne kadar büyük bir manipüle yeteneğine sahip olduğu anlaşılabilir.

Ya da örneğin; Y markalı tozun, önemli kimselerin hastalıklarına iyi geldiği yolundaki binlerce şahidin tasdiklerine bakarak, biz de aynı hastalığa tutulduğumuz zaman y markalı tozu deneyimlemeye kalkarız. 

Aynı gazetede x şahsının tam bir alçak ve y şahsının çok namuslu biri olduğunu okuya okuya sonunda bunların, bu özellikleri gerçekten taşıdıklarına kanaat getiririz. Ta ki, bu iki sıfatı bu adamlar için tersine kullanan, o gazeteye aykırı fikirde bulunan başka bir gazeteyi sık sık okuyana dek.

Ancak bu defa ön kabullü bir yargıyla okuyacağımız için ister istemez bunu gerçekleştirmek, daha zor olacaktır. Ancak toplum nezdinde bu ayrıklığın anlaşılması, her grubun kendi içinde sarsılmaz mutlak bir imanla ideolojisine bağlanmasının sebebini  bu açıdan anlayabilmek önemlidir. 

Toplumda bu kadar ayrıklığın oluşması için öne sürülen genel olarak siyasilerin söylemleri gibi görülmektedir. Bunun etkisi elbette bulunmakla birlikte bütün sonuçları ya da asli sonucu buraya bağlamak, bana kalırsa asıl mevzuyu görmezlikten gelmektir.

Bunun asli kaynaklarının başında ben iletişimin farklılaşmasının ve internetin olduğunu düşünmekteyim. İnsanlar ister kabul edelim ister reddedelim; internet hapishanesinin farklı koğuşlarında yaşayan birer kimlik edindiler. 

Bu koğuşlar içerisinde farklılığa en az tahammülün gösterildiği, hep 'kendimiz gibi' olan insanlarla muhattap olmaktayız. Twitter'da takip edilenler genel olarak 'kendi fikrinde' olan insanlar. Üstelik takip etmek için önerilenler de hep takip ettiklerine benzer insanlar, Sözlüklerde 'badiler' kendi fikrindekiler, YouTube'da önerilenler hep 'senin daha önce izlediklerine benzer' videolar; karşıtlık içerik olarak sıfırlanmış durumda. Karşıt fikirler ne diyor diye bilme ihtimali olabildiğince engellenmiş durumda. Sadece bir başlık olarak karşıt fikrin ne olduğunu görebiliyor insanlar. Bu da içerik sıfırlandığı için, sadece karşıtlıktan beslenen tepkisel kimliğin daha da keskinleştirilmesine hizmet etmekte.

Burada sürekli 'aynı fikirdeki' insanlar tarafından tekrarlananlar sadece iddiadan ibaret gerçekdışılıklar oldugunda dahi doğruluğu adeta kanıtlanmış 'gerçekler' algısını harekete geçiriyor; 'diğerlerinin' tekrarladıkları ise bağnaz, yobaz, gerçekdışılıkları 'sahiplenenler' olarak görülüyor. 

Twitter'daki 'TT listeleri', birebir tekrarın boyutunu ortaya koyuyor. Bir kelime, cümle ya da slogan ne kadar aynı şekilde tekrarlandıysa TT listesinde o kadar üst sırada oluyor, Sözlüklerdeki 'Gündem', Facebook'ta 'Başlıca Gönderiler' ve sairler yine aynı amaca hizmet eden farklı vagonlar olmakta.


********

Sosyal medya siyasetinin, sebep olduğu bir diğer alan ise oksimoron ideolojilerin ortaya büyük bir kararlılıkla çıkarılmasında görüşür.

Artık elitist ama sosyalist; tutucu ama liberal; bilimsel ama post-modernist takılan kitleleri ortaya çıkardı. 

Elbette ki isteyen Fabianist de takılıp işçi sınıfını reddeden, ücret planlaması yapan hatta devrime karşı çıkan bir 'Shaw' tipi sosyalizme de sahibim ben diyebilir. Ancak onun da ne kadarı sosyalizm, ne kadarı liberal, ne kadarı sosyal demokrat olduğu hep tartışılacak bir içerik taşır. 

Tam burada "E ne güzel işte, o ideolojiye saplanıp kalmamış kendince sınırlarıyla oynayabilmiş." diyebilirsiniz. Zaten benim de kastettiğim tam da bu. Böyle bir tipe sahip olmak isteyen kişi, zaten kendisini bunlardan biriyle ifade etmek mecburiyetinde değildir. Ancak bütün görüşlerden bir sapma içermesine rağmen içlerinden birinin savunuculuğunu yapmak durumunda kalmak gibi bir tutarsızlığın içine kendisini nedensizce sokma ihtiyacı hissetmesi nedendir? Belki de 'mahalle baskısı' ifadesi burada karşılığını bulacaktır.

Kişinin sosyal çevresi, ailesi, eğitim aldığı okul, vaktini geçirdiği yerler ve kişiler; kişi için ayrıca 'biz' ifadesinin karşılığını bulduğu yerlerdir. Bu 'biz'lerin her biri, içinde bulundurduğu 'kişilikleri' aynı potada eritmek (melting pot) durumunda kaldığından, kendi yönlerinde eğip bükmeye çalışırlar. Bütün bu baskılamanın neticesinde kişi ya bunların tam tersi yönde bir reaksiyon göstererek tepkisel bir kimlik oluşturur ya da bu baskıya direnmeyerek istenilen yönde kimliğini dönüştürür. İki durumda da kimlik, bir uçluk barındırmaktadır.

'İdeolojik biz kimliği' ise iki ucu birden barındırmaktadır. İlk başta diğer dayatmalara karşı olarak tepkisel oluşturulan kimlik, zaman içerisinde kendi içinde ortak bir dönüşüm için baskılamaya başlar. Buna direnilmemesini tembihler.

Çünkü bu kimlik; karşıdakiyle arasına her türlü mesafeyi koyarken, bir yandan kendi biz'ine ait içsel bir çatışmayı da beraberinde getirir. Kendi içindeki farklılıkları da koruyor gibi görünse de dışarıya karşı görünür bir standart oluşturmak için bu görece farklılıkları aslında yavaş yavaş eritmekle meşguldür. Kendisi için kendi 'görüşü' en doğruyu yansıttığı için farklılıklara karşı kesin ve keskin bir duruş ortaya koymak ister. Fraksiyonlara bölünülmesi ise farklı bir görüş ortaya konulmasından dolayı değil, tepkisel bir kimlik oluşturmaktan kaynaklanmaktadır. Ancak bölünmüş fraksiyon da kendi içerisinde, bir süre sonra kendi içindeki 'bizi oluşturan ben'leri dönüştürmek mecburiyetinde kalmaktadır. 

Topluma hakim olma içgüdüsü olmasa, kimseye müdahil olmaya ya da bu denli korumaya ihtiyacı da olmayacaktır aslında. Ancak ideolojisinin varlığı yukarıda da ifade edildiği gibi 'diğer ideolojilerin' yokluğuna bağlı olduğu için topluma hakim olmak zorundadır.

Bu yüzden içsel olarak barındırılan topluma hakim olma içgüdüsü içinde yer ettiği için sürekli ve gizli bir şekilde 'baskı'ya maruz bırakır diğerlerini ve neticesinde George Simmel'in çizdiği gibi bir tablo çıkar sürekli karşımıza.

"Rüzgar altındaki ağaç gövdesi, rüzgar dindikten sonra nasıl eski duruş şekline dönerse; fakat aynı yönde esen rüzgara, sürekli maruz kaldığında, en nihayetinde bu yönde eğilir ve daha sonra eğildiği bu yönde büyümeye devam ederse; toplumsal ilişkilerde insan iradesini, insan, bu ilişkilere uyum gösterinceye ve ilişkilerin zorladığı şeyleri, önce gereklilik ve daha sonra kendi içinde, kendisinden ayrılmaz bir irade olarak hissedinceye kadar kendi yönlerinde eğip bükerler."

Kimlik oluşturma serüveni, 'siz'den farklı olarak getirilen 'biz' aidiyeti, git gide daha da büyüyen saplantılılığa ve radikalleşmeye götüren bir trenin farklı vagonlarıdır.

Nitekim 'Narodnaya Volya' ile başlatılabilecek bir süreçte, kendilerini kendi tanımlamalarından yola çıkarak 'Halkın İradesi' olarak görebilen gruplarca; radikallik yüceltilmeye çalışılmış, tarih boyunca elde edilmiş bütün kazanımların adeta tek sebebi ise 'duyarlı birilerinin' radikalliğinde aranmıştır.

Kutsallaştırılan ideolojik içerikler; kafa kesmeye, bomba patlatmaya, 'diğer' bazı insanların hayatına, vücut bütünlüğüne, psikolojik dünyasına ya da yakınlarina zarar verse de bu yücelik başlığı altında göze alınabilir, uygun ya da gerekli görülebilir hale getirildiği için meşruiyet temelini kendi kendisini doğrulayan kehanetten almıştır.

Benzer bir yapıyı radikalleşen diğer ideolojilerde de tanımlamak mümkündür. Sol için narodnaya volya, sağ için herkesin malumu olan nazi ya da terör örgütleri için aynı radikal kalbin farklı damarları olduğunu söylemek mümkündür. 

Zira kendi bilgisinin, inanışının ya da bakış açısının en doğru olduğuna; yine kendi bilgisi, inanışı ya da bakış açısıyla karar vererek bir yargıya girişilmekten öteye asla gidilemeyecektir. Bu da esasen bizzat kendi içinin boşaltılmasının, kendi yozlaşmasının zeminini oluşturacaktır.

İdeolojik kimlik, karşıtlığıyla kendini var ettikten sonra, kitle olarak kalabalıklaşarak karşıtlığa ihtiyaç duymayan bir düzeye geldiğinde ise kendi yozlaşmasının başlangıç serüvenine girer.

Çünkü bu defa kendi varlığı, çoğunluğun onayıyla meşruluk kazanmıştır. Argumentum ad populum devreye girecek, kendi doğruluğunu iman durumuna taşıyacaktır. Daha ilkeli ve daha kitlesel görüntüde olduğundan, kendi söylemine duyulan güven daha üst bir mertebede hissedilecektir. Karşı sorgulamaları ciddiyetsizleştirecek, kendi istediği ölçüde 'izin verecek', sesini istediği ölçüde duyurmamalarını sağlayacaktır.

Günümüz siyasetinde bunun izlerini görmek öyle zannediyorum ki fazlasıyla mümkündür. Ancak bunun sadece günümüz ile ilişkisi olmadığını anlamak esaslı noktayı oluşturur. En halkçı, en eşitlikçi, en ütopik görülen ideolojiler de iktidar olduklarında yine aynı yozlaşmayı ve aşırı totaliterleşmeyi yaşamıştır.

Cioran'ın  "Bir ideolojinin vakti geldiğinde, her şe onun başarısına yardım eder, bizzat düşmanları bile; bunun yayılmasını gerçekleştirmeyi ne polis ne polemik başarabilecektir; gerçekleşmek, cisimleşmek istemektedir ve elindedir bu; ama buna ulaştıkça tükenme riskiyle karşı karşıyadır; kurulduğu zaman ideal kapsamı boşalacak, kaynaklarını söndürecek, sonunda da elinde bulundurduğu kurtuluş vaatlerini mahvederek gevezeliğe ya da bostan korkuluğuna dönecektir." sözüne bu bağlamda değinmekte yarar var.

Nitekim bunun en önemli örneklerinden birinin 68' Mayıs'ında görüldüğü de söylenebilir. Öğrenci hareketi olarak başlayan, daha sonrasında ise kitleleri sürükleyen ve her sürüklenişte daha fazla şiddet üreten ve karşıtlığının içeriğini her seferinde daha geniş bir noktaya taşıyan bu hareket ilk etapta modernite karşıtları tarafından sahip çıkılsa da en sonunda kendi kendisini yok eden süreç olduğunu görenler tarafından eleştirilmiştir.

Saint Germain Bulvarı, Paris. 6 Mayıs 1968.
Öğrenciler, polislere karşı.

Marksizmi yeniden ele alış biçimiyle hem içine bir ruh üflemeye çalışan hem de yeni dünyada kendisine yer bulmasını sağlayan ve bu getirdiği yeni yorumla 68 Mayıs'ının önünü açan ve bu anlamda bütün zeminin en önemli figürlerinden (hatta ruhani lideri) olmasına rağmen Herbert Marcuse de o dönemde öğrencilerin bütün her şeye karşı slogan üretmeleri ve her tarafı yakıp yıkmaları neticesinde, devrimin asla bu şekilde olmayacağı üzerinde de durmuştur. İşçi sınıfının, proletaryanın devrimci gücü kalmadığını söyleyip bunu hemen hemen öğrencilere yüklemesine rağmen; olayların  gidişatı için daha sonra  bir devrimsizliğe sebep olacağını söylemiştir. 

Herbert Marcuse,1968


Yine 20. yüzyılın en önemli isimlerinden olan ve bu hareketle 'gönül bağı' olmasına rağmen Adorno da benzer bir gariplikle karşılaşmıştır. Üniversitede ders verdiği sırada öğrenci hareketlerine 'yeterince' destek vermediği için göğüslerini açan, kendisine erotik güzellemelerde bulunan ve kürsüsünü işgal edip suratına çiçekler fırlatan kadın öğrencilerinin bu tuhaf eylem biçimiyle tanışınca, arkasından edilen protest laflara kulaklarını tıkayarak üzüntüden sınıfı terk etmiştir. Hayatı boyunca otoriter devlet mantığına yoğun şekilde karşı çıkmaya çalışan, akademide hayatın anlamını bulan Adorno, üniversiteden polis çağırarak ayrılarak kürsüsünü bırakmıştır. Bu tipte bir hareket kısa süre sonra farklı bir mekanda da olsa ikinci kez tekrarlandığında ise kalp krizi geçirerek ölmüştür.

Kendisi "Teorik modelimi inşa ettiğimde, insanların bu modelimi molotof kokteylleri ile gerçekleştirmeyi isteyeceklerini tahmin edemezdim." demiştir. Çünkü bütün gidişat, iktidara direnmek yerine onu gasp etmek isteyen kişinin tutumuna benzemektedir.

****

Lebonun "Bazı düşünceler, bazı duygular ancak kitle halinde bulunan bireylerde kendini gösterir veya hareket alanına çıkar." söylemi bu bakımdan önem teşkil etmektedir. 

Çünkü kitle içinde bulunan birey; sadece çokluğun, sayı fazlalılığının verdiği bir duygu ile; tek başına olduğu vakit frenleyebileceği içgüdülerine kendisini terk ederek, yenilmez bir güç kazanır.

Burada bir soru sormak durumundadır.
"Şüphesiz kitleler çoğu defa aşağı bir ahlak düzeyinde bulunduklarını göstermişlerdir; fakat bu neden böyledir?"

Bunun cevabı onun gibi yıkıcı gaddarlık içgüdülerinde bulunabilir.

Bu içgüdü, her birimizin ruhunda uyuyan, ilkel devirlerin sonuçlarıdır. Tek başına birey için bu içgüdüleri tatmin etmek tehlikeli olur. Halbuki bireyin sorumsuz ve cezasız kalacağından emin bulunduğu bir kitleye karışması, kendisine bu içgüdülere uymak için bütün serbestlikleri verir. 

"Bir kitleye bağlı bulunan bireyin durumu çok geçmeden, kendisini uyutan kimsenin elleri arasında uyuyan kişinin düştüğü gibi büyülenmiş bir hale düştüğü durumla hemen hemen aynıdır. Artık hareketleri bilinçli değildir. Bu kimsede, uyutulan şahısta olduğu gibi bazı melekeler yıkılmış olduğu halde, diğerleri olağanca yoğunluğuyla harekete geçirilmiştir. Artık uyutucunun kendi arzusuna göre yönettiği bütün bilinçaltı etkinliklerinin esiri olur. Artık bu kişide bilinçli kişilik kaybolmuştur. İrade ve seçme kabiliyeti kalmamıştır. Duyguları, düşünceleri o zaman uyutucunun yönlendireceği tarafa doğru yönelir.

Yapılacak bir telkinin etkisi, o kimseyi savaşa karşı konulamaz bir coşkunlukla bazı işlere sürükleyebilir. Kitlelerdeki coşkunluk, uyutulan kimsedekinden daha fazladır. Çünkü telkin bütün bireyler için aynı olduğundan birbiri üzerinde karşılıklı etki coşkunluğunu arttırır. Bir kitlenin, telkine karşı direnecek derecede güçlü kişiliğe sahip fertleri sayıca pek azdır ve genel akım, onları sürükler."


****

Özgürlük sanrısı yine o sınırların dahilinde dayatılmaktadır aslında. Sadece diğerinden daha farklı bir kurallar bütünüdür.

****

Bazı ideolojileri diğerlerinden daha makul gören insanlar olacaktır, olmalıdır da zaten. Hiçbiri mutlak değildir derken, insanlar bazılarını kendi hayat görüşü ölçüsünde daha yakın hissedecektir. 

Ancak ideolojileri, hayatın anlamını ancak kendi içerisinde var edecek bir alan olarak görmek, sınırlarına kesin çizgiler çizmek, mutlak ve tartışılmayacak alanlar barındırdığını hatta neredeyse bizzat kendisinin tartışmaya kapatılmış ya da tartışmanın anlamsız olacağı düşüncesine 'rağmen' girişilmiş tartışmaları, aydınlanmışlık içgüdüsü, hayat boyunca aranılan aidiyeti orada bulma düşüncesi aslında ideolojilerin dinselleştirilmesinden başka bir şey değildir. 

Zira bütün bu iddialar, tarih boyunca hep dinin ya da dinsel olanın iddiaları olmuştur. Bugünlerde birçok kişinin bazı ön kabulleri olduğu gerekçesiyle dini yeterince makul bulmaması, aslında kendine yeni bir din olarak o ideolojileri getirdiğinin farkında olmayışından kaynaklanmaktadır. 

Abdülaziz Bayındır ile bu anlamda tuhaf bir şekilde aynı düşünceye sahip olan Cioran'ın 'Çürümenin Kitabı'nda bahsettiği "Dinden uzaklaştığında bile insan, dine tabi kalır; bütün çabasıyla tanrı benzerleri yaratır, sonra da benimser bunları ateşlilikle." sözü sanırım tam da bu durumu ifade eder. 

Zira Cioran da ister dini ister 'dindışı' olsun herhangi bir görüşe olan bu sıkı sıkı bağlılığı ifade ederken genellikle iman sözünü kullanır. Sadece, bu iman, din olana değil; dinselleştirilene de gösterilmektedir. Bu ikincil imanın savunuculuğunu da benzer bir şekilde peygamberlik yapmak olduğunu söyler. Sadece farklı bir 'şey'i tebliğ ediyordur.

Emil Michel Cioran 1911-1995

Ben de bunu bizatihi çevremden gözlemlemekte ve katılmaktayım. Bizzat arkadaşım olan birçok kişi, kendisini, dogmatik bir tanımlamaya sokamayacağı gibi; kendisi için 'ilerici' diye tanımladığı bir hayat görüşüyle ateist olduğunu iddia ederken, kendi ideolojisine nasıl bir tanrısallık atfettiğinin en iyi ihtimalle farkında değil.

Bunu belki de 'Homo Religious' kavramını ortaya atan Mircea Eliade'in ifadesi ekseninde düşünebiliriz. Kendisi bu kavramı daha çok 'anlam yükleyebilen insan' olarak dile getirip şöyle söylemiştir:

"Dinsiz insan, dini, bilinçli olarak yaşama yeteneğini ve böylece onu anlama ve üstlenme olanağını kaybetmiştir; fakat varlığının derinliklerinde hala bunun anısını muhafaza etmektedir."

İdeolojiyi din olarak benimseyen, kendini ya da 'önderleri'nden en az birini, bir peygamber olarak görmek mecburiyetinde bırakır kendini.

Zira "Vaaz verme çılgınlığı içimizde öylesine yer etmiştir ki, korunma içgüdüsünün bilmediği derinliklerden doğar. Her insan, kendinin bir şey önereceği anı bekler: Ne önerdiği önemli değildir. Bir sesi vardır ya, o yeter. Ne sağır ne dilsiz olmanın bedelini pahalıya öderiz...
Çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinaî cömertliğinin kesesinden harcar; hepsi, mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi, herkesin adımlarına yön vermek ister: Ortaklaşa hayat, bundan ötürü tahammül edilmez bir hale gelir; insanın kendi hayatı daha da çekilmez olur: Başkalarının işlerine hiç karışmadığı zaman kişi kendi işleri için o kadar endişe duyar ki, kendi "benliği"ni bir dine çevirir, ya da tersten havarilik yaparak "benliği"ni yok sayar: Evrensel oyunun kurbanıyızdır...

Varoluşun veçhelerine getirilen çözüm önerilerinin bolluğu, ancak bu önerilerin nafilelikleriyle mukayese edilebilir. Tarih: İdeal imalathanesi... huyu suyu belli olmayan mitoloji, sürülerin ve yalnızların taşkınlıkları... gerçekliği olduğu haliyle tasarlamanın reddi, ölümcül kurgu açlığı...
Fiiliyatımızın kaynağı, kendimizi zamanın merkezi, nedeni ve sonucu zannetmeye bilinçsizce meyilli olmamızdadır. Reflekslerimiz ve gururumuz, teşkil ettiğimiz et ve bilinç parçasını bir gezegene dönüştürür. Eğer dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilseydik; eğer kıyaslamak, yaşamak'tan ayrılmaz olsaydı, mevcudiyetimizin ufaklığının açığa çıkması bizi ezerdi. Ama yaşamak, kendi boyutlarına karşı körleşmektir..."

Burada son olarak sözü tamamen Cioran'a devretmek istiyorum. Nietzsche'ye bu kadar önem verilen bir dünyada dini de dinsizliği de varlığı da yokluğu da reddeden (nihilist olduğunu bile reddeden) bu tuhaf reddiye adamının bu kadar bilinmemesi bence üzücü. Gerçi kendisi de Nietzsche'nin bilinmesini isterdi sanırım. 

Fanatizmin şeceresini çıkarırken şöyle der.

“Aslında her fikir yansızdır, ya da öyle olmalıdır; ama insan onu canlandırır, alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona; saflığımı yitirmiş, inanca dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki yerini alır, bir olay çehresine bürünür; Mantıktan sara hastalığına geçiş tamamlanmış olur... İdeolojiler, doktrinler ve kanlı şakalar böyle doğar.

İçgüdüsel olarak putlara taptığımızdan, düşlerimizin ve çıkarlarımızın nesnelerini kayıtsız şartsız şeyler haline getiririz. Tarih, bir Sahte Mutlaklar Geçidi’nden, bahaneler adına dikilmiş bir tapınaklar dizisinden, zihnin Gayri Muhtemel önünde küçülmesinden ibarettir. Dinden uzaklaştığında bile insan dine tabi kalır; bütün çabasıyla tanrı benzerleri yaratır, sonra da benimser bunları ateşlilikle: İçindeki kurgu ihtiyacı, mitoloji ihtiyacı, apaçık gerçeğin ve gülünçlüğün üstesinden gelir. Bütün cinayetlerinin sorumluluğu tapma gücündedir: Bir tanrıyı yakışıksızca seven kişi, başkalarını da onu sevmeye zorlar, buna razı olmazlarsa onları yok etmeye de hazırdır. Hiçbir hoşgörüsüzlük, ideolojik taviz vermezlik veya din yayıcılığı yoktur ki, şevkin hayvanı temelini açığa vurmasın. Hele insan ilgisizlik melekesini bir yitirsin: Potansiyel bir katil haline gelir. Hele fikrini tanrıya dönüştürsün: Bunun sonuçları sayılamayacak kadar çoktur. Ancak bir tanrı ya da tanrı taklitleri adına insan öldürülür: Akıl Tanrıçası’nın, ulus, sınıf ya da ırk fikrinin yol açtığı aşırılıklar Engizisyon’un ya da Reform’unkilerle akrabadır. Kanlı marifetler konusunda coşku dönemlerinin üzerine yoktur: Azize Tereza ancak yakılan insanlarla çağdaş olabilirdi, Luther de köylü katliamlarıyla... Mistik krizlerde, kurban iniltileriyle vecd iniltileri birbirine paraleldir...

Darağaçları, zindanlar, hücreler, ancak bir imanın gölgesinde çoğalır -ruhu hepten sarmış olan o inanma ihtiyacının gölgesinde. Bir doğruyu, kendi doğrusunu elinde bulunduran kişinin yanında şeytan bile epey soluk kalır. Neronlar’a, Tiberiuslar’a karşı adaletsiz davranıyoruz: Ayrılıkçılık kavramını hiç de onlar icat etmemiştir: Katliamlarla kendini oyalayan, çığrından çıkmış hayalciler olmuşlardır sadece. Hakiki’ katiller, dinî veya siyasî düzeyde bir ortodoksluk kuranlardır; mümin ile mezhep sapkını arasında ayrım yapanlardır.

Fikirlerin birbirinin yerine geçebildiğini kabullenmemekte ısrar edilince, kan akar... Kesin kararların altından bir hançer yükselir; alevli gözler cinayet habercisidir. Hamlet’ten etkilenmiş mütereddit bir ruh asla zarara yol açmamıştır: Kötülüğün ilkesi irade gerilimindedir, huzuru yaşayamamaktadır; tıka basa ideallerle dolu, kanaatlerinin ağırlığı altında patlayan ve şüpheyle tembelliği -bütün faziletlerinden daha soylu zaafları- alaya almakla gönül eğlemiş olduğu için, mahvolduğu bir yola, tarihe, o densiz sıradanlık ve kıyamet karışımına girmiş olan bir ırkın Prometheus’vari megalomanisindedir... Orada kesinlikler çoktur: Bunları kaldırın, özellikle de sonuçlarını kaldırın: Cenneti yeniden kurarsınız. Düşüş, bir doğrunun peşine takılma ve onu bulmuş olmaktan emin olma değilse; bir dogma için duyulan tutku, bir dogmanın içine yerleşme değilse nedir? Bundan fanatizm doğar -insana işgörür olma, peygamberlik yapma ve terör zevkini veren temel kusur-, o lirik cüzzam aracılığıyla ruhlara bulaşır, boyun eğdirir; onları ezer ya da taşkınlaştırır.

Bunun elinden bir tek kuşkucular kurtulur (ya da miskinler ve estetler), çünkü hiçbir şey önermezler, çünkü -insanlığın hakikî velinimetleri olan onlar- tarafgirlikleri yok eder ve içlerindeki sayıklamayı tahlil ederler. Bir Pyrrhon’un yanında, kendimi bir Aziz Paulus’un yanında olduğundan daha güvenlikte hissederim; nüktedan bir bilgeliğin, zincirinden boşanmış bir azizlikten daha yumuşak olması nedeniyle... Ateşli bir ruhta, kılık değiştirmiş bir avcı hayvan bulunur; kişi, bir peygamberin pençelerinden kolay kolay kurtulamaz... İster sema adına, ister site veya başka bahaneler adına sesini yükselttiğinde, uzaklaşın ondan: Yalnızlığınızın satiridir, onun hakikatlerinin ve taşkınlıklarının berisinde yaşamanızı affetmez; histerisini, varını yoğunu onunla paylaşmanızı ister; bunu size dayatmak ve sizi tanınmaz hale getirmek ister. Bir inanç tarafından ele geçirilip onu ötekilere iletmeye çalışmayan insan, selâmet saplantısının hayatı soluksuz bıraktığı bir yer olan yeryüzüne yabancı bir olaydır. Etrafınıza bakın: Her tarafta vaaz veren solucanlar; her kurum bir misyonu dile getirir; tapınaklar gibi belediyelerin de mutlakları vardır; yönetimin ise yönetmelikleri - maymunların kullanımına yönelik metafizik... Hepsi de bütün insanların yaşamına çare bulmaya çabalar: Dilenciler ve şifasız hastalar bile buna can atarlar: Dünya kaldırımları ve hastaneler reformcularla dolup taşar. Olay kaynağı haline gelme isteği, her birinin üzerine zihinsel bir karışıklık, ya da kişinin kendi istediği bir lânet gibi etki eder. Toplum - bir kurtarıcılar cehennemi! Diogenes’in elinde lambasıyla aradığı, ilgisiz biriydi...

Birisinin idealden, gelecekten, felsefeden içten bir şekilde söz ettiğini, emin bir ses tonuyla “biz” dediğini, “diğerleri”ni andığını duymam; kendini onların tercümanı olarak gördüğüne şahit olmam onu kendime düşman görmem için yeterlidir. Onda bir tiran müsveddesi, aşağı yukarı bir cellat görürüm; tiranlar kadar, büyük cellatlar kadar nefrete müstahaktır. Her imanın bir tür terör icra etmesindendir bu; ve bunu yerine getirenin “saflar” olması, olayı daha da ürkütücü hale getirir. Kurnazlara, düzenbazlara, zirzoplara güvenilmez; hâlbuki tarihteki hiçbir büyük kargaşa onlara isnat edilemezdi; hiçbir şeye inanmadıkları için ne yüreklerinize ne de artdüşüncelerinize karışırlar; sizi kendi gevşekliğinizin, ümitsizliğinizin ya da yararsızlığınızın eline bırakırlar; insanlık yaşadığı azıcık refah anlarını onlara borçludur: Fanatiklerin işkence ettiği ve “idealistler”in batırdığı halkları kurtaran onlardır. Doktrinsizdirler, sadece kaprisleri ve çıkarları vardır; ilkeli despotizmin yol açtığı yıkımlardan bin kere daha dayanılır olan uyumlu zaaflardır bunlar. Zira hayattaki bütün kötülükler bir “hayat anlayışı”ndan ileri gelir. Olgunlaşmış bir siyaset adamı, eski Sofistlerin çalışmalarını derinleştirmeli ve şan dersleri almalıdır; - bir de yolsuzluk dersleri...

Fanatik ise yolsuzluğa kapılmaz: Bir fikir uğruna öldürüyorsa, onun için pekâlâ ölebilir de; her iki durumda da, tiran veya şehit de olsa, bir canavardır. Bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur: En büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar. Acı, güç iştahını azaltmak şöyle dursun, onu azdırır; zihin de kendini bir soytarının meclisinde bir kurbanınkinden daha rahat hisseder; onu, bir fikir için ölünen gösteriden daha fazla tiksindiren hiçbir şey yoktur... Yücelik ve kan dökmeden bıkıp usandığı için, evrenle eş düzeyde bir taşra sıkıntısının; şüphenin bir olay ve ümidin bir musibet gibi görüneceği değişmezlikte bir Tarih’in hayalini kurar...”
.